Deli deli kulakları küpeli
Aklından geçen her şeyi söyleyen ve yapan insana deli diyoruz. Buna karşı zihnindekileri filtreleyerek konuşan ve hareket edene ise akıllı.
Eskiden vapurlarda takılan Sinan adında harika bi deli vardı. Sinan’ın bir çok macerasına tanık oldum ama bu anlatacağım hikayeyi ben mi yaşadım yoksa başka biri mi bana anlattı tam olarak ayırt edemiyorum. Bazen öyle olur ya, başkasının anlattığı bir şeyi bir süre sonra siz yaşamışsınız gibi devralıp devam edersiniz. En iyisi ben böyle bir riske girmeden birisinden duymuş gibi anlatayım.
Bir keresinde Sinan vapurda müthiş bir hokkabazlık gösterisinde bulunmuş. Elindeki radyoyu millete göstererek ‘birazdan bunu yok edeceğim’ demiş sonra da abra kadabra yaparak radyoyu denize fırlatmış. Seyirciler büyük bir coşkuyla alkışlamışlar bizim Copperfield Sinan’ı. Şov bitince de bazı izleyicilere yaklaşıp, sen 2 lira ver, sen üç lira, daha resmi giyimli birisine ise, sen kravatlı sen beş lira ver demiş. Sinan dünyanın en güzel delilerinden biriydi, umarım iyidir.
İnsan beyninin tıpkı bir bilgisayar gibi verileri kaydetme özelliği var. Genetik olarak kayıtlı şifrelerin üzerine doğduğun yerin toplumsal birikimleri ekleniyor. Sonra da belleğimizde kayıtlı olan tüm bu bilgilere isimler verip onu bir birey haline getiriyoruz. Bu sürecin farkında olmayan kişi kendisini bu bilgilerle özdeşleştirerek başkalarından ve toplumdan farklı olduğu yanılgısına düşüyor. Büyük olasılıkla da hayatı boyunca edindiği bilgilerin esiri olarak yaşıyor. Kendini güvende hissedebilmek için benzer programlarla beraber hareket edebileceği gruplar oluşturuyor ( Milliyet,din,ideoloji,taraftar) . Bu bir yere ait olma dürtüsü yüzeysel olarak kişiyi güvende hissettirse de gerçekte daha fazla çatışma yaratacak bir ortam oluşturuyor. Çünkü kişi kendisi gibi düşünmeyenleri kaçınılmaz olarak bir tehtid olarak algılıyor. Bizim ‘ben’ diye adlandırdığımız şey aslında genetik miras ve insanlık tarihinin oluşturduğu bir bilgi ağı. Her nasıl oluyorsa bu ağ bizi yöneten bir canavara dönüşüyor. Bilim kurgu filmlerde bilgisayarlar yönetimi ele geçirir ya, işte aynı şekilde bizim zihin diye adlandırdığımız ve bir çok virüsü içeren program da beynimizi ele geçirmiş durumda. Bu bilgi ağı kendi içinde sürekli çelişen veriler içeriyor. Yani daha açık bi dille söylersem bildiğin deli işte.
Osmanlı Ordusu’nda bulunan bir gruba ‘deli’ denilirmiş. Savaşlarda en ön saflarda çarpışırlarmış. Bu grup 20-25 yaş arası olup ektsra bir eğitimden geçermiş. En tehlikeli görevlere korkusuzca atılırlarmış. (Deli kanlı edebiyatı galiba buradan geliyor). Bayraklarında “kaderde ne varsa o gelir başa” yazarmış. Hayvan derilerinden kuşandıkları savaş kostümleri ile çok korkutucu görünürlermiş. Bağırıp çağırır, savaş başlamadan önce epey bir gürültü çıkartırlarmış. Düşmanları, savaş alanında karşılarında bunları görünce çok tırsarlarmış. Enteresan eğitim yöntemleri varmış. Misal, ıslak mermer üzerine çıplak elle tokat atarlarmış. Savaş esnasında silahsız oldukları zaman bile düşmanı tokat atarak etkisiz hale getirebilirlermiş. Meşhur ‘osmanlı tokadı’ hikayesi oradan geliyormuş da mış da… wikipedia da okudum isterseniz bakıp daha detaylı bilgi alabilirsiniz.
İnsan kafasından geçenleri kontrol edebilir mi? Öyle ya eğer programın içerisinde hatalar varsa ve biz bunu anlamışsak ilk olarak aklımıza bu soru geliyor. Tamam da peki bu ‘ben’ diye adlandırdığımız programı kontrol eden kişi kim olacak? Eğer hatalı düşünceler varsa ve ben onları durdurmak istersem bu durdurma isteğinin kaynağı nereden gelecek? O da düşüncemin bir parçası ve yani programın bir ürünü değil mi? Dolayısıyla arıza kaynağının kendisi arızayı onarmak için harekete geçebilir mi? Haydaa gel de çık işin içinden. Sıra sıra odalar birbirini kovalar. Kendiniz deneyin isterseniz. Dikkatinizi bir noktaya toplayın. Diyelim ki bu nefesiniz olsun. Nefes alın ve nefes verin. Bakalım ne kadar süre istemediğiniz düşüncelerden uzak kalacaksınız? Belki bir süre bütün problemlerinizi unutacaksınız ama sonunda kaçınılmaz olarak tekrar fabrika ayarlarınıza dönerek çatışma alemine dalacaksınız. Peki nasıl oluyor da düşünceler kendi krallıklarını ilan etmişler gibi beynimizin içerisinde cirit atıyorlar?
Fizikten pek anlamam ama bir aralar maddenin en ufak parçacığına atom dendiğini duymuştum.
“Atom” sözcüğünün ilk ortaya çıkışı İ.Ö. 460 yılına kadar uzanıyor. O dönemde yaşamış Demokritus adlı bir filozof, bir elmayı örnek vererek atomu ve anlamını açıklamış: Bir elma alın ve onu ikiye bölün. Sonra bu yarım elmalardan birini tekrar ikiye bölün ve böylece sürdürün… Demokritus’a göre, bu şekilde yarım parçaları bölmeye devam ederseniz, sonunda öyle bir an gelecek ki, artık bölemeyeceğiniz kadar küçük bir parça elde edeceksiniz (ama bıçağınız kesemediği için değil, bölmek mümkün olmadığı için!). İşte, bölünmesi olanaksız bu parçaya Demokritus Yunanca’da ‘bölünemez” anlamına gelen “atomos” adını vermiş. (Kaynak:Fenokul.net)
Şimdi aranızda evde gaza gelip elmayı bölerek atoma ulaşmaya çalışanlar olursa mutlaka benimle iletişime geçsinler. Onlara çok özel bi şey söyleyeceğim!
Eskinden ‘Atom Karınca’ diye bir çizgi film vardı. Acaba benden başka hatırlayan var mı? Bir de büfelerde satılan atom diye adlandırdıkları meyve suyu karışımını biliyorum ama içinde neler vardı acaba? Sadede gel diyorsun. Eyvallah hemen geliyorum.
Atom çekirdeğinin etrafında dönüp duran elektronlar vardır ve bunlar sürekli bir hareket halindedirler. Şimdi düşünce de maddi sürecin bir parçası değil mi? Beynimizde yer kaplayıp bizi harekete geçirmiyor mu? Bana göre atomun etrafında ki elektronlar nasıl kendi enerjileri ile dönüp duruyorlarsa düşüncelerimiz de aynı şekilde hareket ediyorlar. Vay be kendimle ne kadar övünsem azdır. Bir de bu buluşumla nobel fizik ödülünü alırsam şaşırmayın sakın. Yani düşünceyi durdurma isteği maddenin hareketsiz kalmasını istemek gibi bir şey. İsterseniz düşüncelerinizi bir süreliğine durdurmaya çalışın. Bir süre sonra onların nasıl kendi kendine bir konudan diğerine ışık hızıyla atlayıp sıçradığını fark edebilirsiniz. Sadece konudan konuya atlanılsa bir problem değil aynı zamanda bir düşünce diğer bir düşünceyi yargılayıp domine etmeye de çalışıyor. Yani ‘ben’ dediğimiz bu bilgi ağı hem kafasına göre takılan bir asi, isyankar hem de dört dörtlük bir şizofren.
İçimizde birbirleriyle sürekli kavga halinde olan minik insanlar var. Ve bunlar hiç susmuyorlar. Susmadıkları gibi onları tatmin etmek de imkansız. O sesler mutlaka bizi bölecek bir mesele bulup hayatımızı zindana çeviriyorlar.
Nasıl yapmalı? Çernişevski’nin böyle bir romanı vardı. Sosyalist olduğum dönemlerde sol yayınlarından bir sürü teorik kitap satın almıştım. Okuyup anlamaya çalışıyordum ama pek bi şey kavrayamıyordum. Çok ağır geliyordu bana dilleri. Rus kentlilerinin ve köylülerinin devrim öncesi durumları, komünist parti manifestosu, proleterya diktatörlüğü v.s. Tartışmalarda kullanılan bazı kelimeler telef ediyordu beynimi ama çaktırmıyordum arkadaşlara, öyle ya karizma çizilmemeliydi. Ama revizyonist, oportünist ve benzer bir sürü kelimeyi cümle içerisinde kullanacağım diye perişan oluyordum.
Tarih boyunca kendimizi değiştirmekten çok enerjimizi etrafımızı değiştirmek için harcamışız. İçinde bulunduğumuz karmaşanın sorumluluğunu hep başkalarına yüklemişiz. İdeolojiler icat ederek toplumu değiştireceğimize inanmışız. Toplum bizden farkıl bir şey mi? Toplum denilen şeyi biz oluşturmuyor muyuz? Düşüncelerimizle savaşmak yerine onları gözlemleyerek kim olduğumuzu anladığımzıda toplumu anlamış olacağız. İnsan ancak kendisinin toplumdan dolayısıyla başkalarından farklı olmadığını görürse enerjisini boşa harcayacağına kendisine yönlendirebilir. Ancak o zaman, ben, sen, o, solcu, sağcı, türk, kürt, dinci, dinsiz diye bölünmek yerine sadece nefes alan bir canlı olduğunu anlayabilir. O zaman birbirimizle ‘zeka’ denilen şeyi kullanarak ilişkiye geçebiliriz. Zeka dediğimiz şey ise kimseye ait değildir. O düşüncelerden, ezberden değil sessizlikten doğar. Sessizlik sana, bana ait olabilir mi? Kaynağı ben olan her eylem kaçınılmaz olarak, içeride veya dışarıda kargaşa yaratır. Kendimizi ve ilişkilerimizi pasif bir farkındalık ile gözlemlemek (içinde bulunduğumuz ruh haline isimler vermeden, kaçmadan veya değiştirme ihtiyacı duymadan gözlemlemek) değişim için gerekli olan enerjinin ortaya çıkması için zemin yaratır. Bu şekilde yapılan bir araştırma, içinde bulunduğumuz kaotik durumdan birbirimizle gerçek anlamda iletişim kurabilmemiz için gerekli olan anlayışın doğmasını sağlayabilir. Diğer türlüsü, yani düşüncelerin gürültüsü devam ettiği sürece başkalarını dinliyormuş gibi yaparak sadece kendi kendimizle konuşuruz. İstanbul’da sokak aralarında dolaşırken harika duvar yazıları görüyordum. Kadıköy’de bir duvarda aynen şöyle yazıyordu;
“Sessizlik sıraya koysun düşünceleri, bitap düşmüş iyilikleri, uyandırsın perileri”. Kim yazmışsa ellerine sağlık…
Not: Mümkünse her gün en az 30 dk. kendinle baş başa kalabileceğin bir yer bul. Rahat bir şekilde otur. Hiçbir plan yapmadan tüm bedeninle etrafını dinle ve gözlemle. Açık ve doğayla baş başa olabileceğin bir yerde isen ağaçlara, sineklere, kuşlara bak, o anda ilgini ne çekiyorsa onunla ilgilen, gökyüzünü görebiliyorsan kafanı kaldır ve bulutlara bak, kalabalık bir yerdeysen insanları gözlemle (çaktırmadan) saçlarına, yüzlerine, nasıl hareket ettiklerine, sende uyandırdıkları hislere bak, kapalı bir yerdeysen etrafındaki eşyalara bak. Birisiyle konuşmak zorunda kalırsan kendi davranışlarını, karşındakiyle nasıl iletişim kurduğunu gözlemle. Araya düşünceler giriyorsa onları görmezden gelme. Ne düşünüyorsun fark et. Değiştirmeden, kaçmadan olduğu gibi izle. Sende nasıl bir duygu uyandırıyorlar? Hoşuna gidenler ve gitmeyenler var. Onlar bedeninde nasıl bir enerji uyandırıyorlar? Bütün bu şeyleri hiçbir plana bağlı olmadan yap. Bırak içinde bulunduğun an sana ne getiriyorsa getirsin.
Son olarak şu şarkıyı yüksek sesle söyle; Sevdim seni bir kere başkasını sevemem, deli diyorlar bana desinler değişemem…